26 Kasım 2018 Pazartesi

KİTAPLARDAN BEYAZPERDEYE

    (Seemit)
Korku edebiyatının yaşayan en büyük ustalarından biri olan Stephen King’in ‘Hayvan Mezarlığı’ isimli kitabı beyazperdeye uyarlanıyor.

Yazdığı her kitapla adından söz ettiren, en çok satan korku ve gerilim yazarı unvanını taşıyan Stephen King zirvedeki yerini korumaya devam ediyor. 60’dan fazla kitabı yayınlanmış olan Amerikalı yazarın bu kez de ‘Hayvan Mezarlığı’ isimli kitabı 5 Nisan 2019’da vizyona girmeye hazırlanıyor. King, aynı zamanda da Guiness Rekorlar Kitabı’nda eserleri en çok filme ve diziye uyarlanmış isimlerden biri olma unvanını da taşıyor. Yazdığı hemen hemen her kitap Türkçeye çevrilmiş olan yazar özellikle 1982 yılında başlayıp 2005 yılında sona erdirmiş olduğu Kara Kula ( The Dark Power) serilisi ile üne kavutu.

(goodreads)
H.P. Lovecraft’ın ‘the Lurker Of The Threshold’ isimli kitabını okuduktan sonra yazarlık hayatına başlayan King, ilk hikayesini 1936 yılında, 16 yaşındayken yazmaya başlar ve ‘Starting Mystery Stories’ isimli kitabında toplayıp yayınlar. 1970’li yılların başında işsiz kaldığı dönemde bir laboratuvarda çalışan King, o dönemde bazı dergilerde de yazmaya başlar ve bu hikâyelerle popülaritesini arttırmaya ve tanınmaya başlar. 1971 yılının sonlarına doğru Main’de bulunan Hamden Koleji’nde öğretmenlik yapmaya başlayan yazar bir yandan da yazarlık hayatına devam eder. 1974 yılında da ilk romanı olan ‘ Carrie ‘ (Göz) yayınlanır. Aynı yıl Kolorado’ya taşınan yazar, ‘Shining’ (Medyum) isimli romanını yazar. Bunlardan bir sene sonra da Main’e Döner ve burada da ‘The Stand’ (Mahşer) isimli kitabı yayınlanır.

(amazon)
Stephen King’in 1977 yılında ‘Richard Bachman’ ismiyle kaleme aldığı ilk olan Rage’de sınıfta arkadaşını silahla vuran bir lise öğrencisini konu alır. Daha sonra sınıf arkadaşlarını esir alan Jeffrey Lyne Cox isimli bir lise öğrencisinin bu kitaptan esinlendiği ortaya çıkar ve buna benzer bir durum üç lisede de yaşanınca kitabın Amerika Birleşik Devletleri’nde basımı engellenir. 80’lı yıllarda yazdığı ‘Şeffaf’ ve ‘Kujo’ da dahil olmak üzere romanlarının büyük bir bölümünü nasıl yazdığını hatırlayamadığını söyler ve bunun sebebinin de alkolizm olduğunu belirtir.


Yazar,1986 yılında yayınlanan ve 2017 yılında da tekrar sinemaya uyarlanan ‘O’ romanındaki palyaçoyu McDonalds’ın maskotu olan McDAnald’tan esinlenmiştir.

King’de Triskaidekafobi hastalığı bulunmaktadır. Bu takıntı onun hayatına öyle bir yerleşmiştir ki, King, 13 sayısından kesinlikle korkar hale gelir. Yazar bu durumu şu şekilde açıklamaktadır;


‘13 sayısı söz konusu olduğunda omurgamdan aşağıya hareket eden o ürperti asla geçmez. Yazarken 13 veya 13’ün katı olan bir sayıya geldiğimde asla durmam, güvenli bir rakama kadar yazmaya devam ederim. 13 yerine 12 adım atmış olmak için evimin merdivenindeki son iki basamağı tek adımda çıkarım. Okurken 94.,193.,382. Yada rakamları toplamı 13 yapan hiçbir sayfada durmam.’

20 Kasım 2018 Salı

TOZLU RAFLAR ARASINDAKİ HAYATLAR


Sahaf dükkanlarının kapılarını aralayarak,  geçmişe veya farklı hayatlara doğru uzun bir yolculuğa çıkmanız mümkün.

Osmanlı’nın ilk başkenti olan Bursa ilinde doğan sahaflık mesleği, ikinci başkent olan Edirne’de gelişerek günümüze kadar geldi. Sahaflar, ikinci el dergi ve kitapların alınıp satıldığı veya başka bir kitapla değiştirildiği küçük işletmeler ile bu mesleği yapanlardır. Bu tür kitap satış noktalarını diğer benzerlerinden ayıran en temel özellik ise ikinci el ürünlerin bulunabilmesi ve takas yöntemiyle ticaretin gerçekleşebilmesidir. Özellikle artık basılmayan, kısıtlı sayıda basılan fakat güncelliğini koruyan, ihtiyaç duyulan ya da tarihi önemine ilişkin olarak bir değer taşıyan her türlü basılmış eser bu alışverişin konusu olabilir. Bilimsel veriye ulaşabilmenin kütüphaneler dışındaki kaynak sağlayıcıları olabileceği gibi, tarihteki ve bellekteki somut verileri günümüze taşıyan önemli sosyo-kültürel mekanlardır. Özellikle, günlük yaşamda kullandığımız baskı türündeki malzemelerin biriktirildiği koleksiyon türü olan efemera koleksiyonerleri  için önemli kaynaklar barındırmaktadır. Kitap severlerin de en sevdiği şeylerin başında şüphesiz ki sahafları gezmek, o havayı solumak gelir. İnsan, kitap kokuları içinde ve tozlu rafların arasında bir başka aleme gider ve başka hayatlara tanık olur.

Kitapların içinde yaşayan ve ömrünü bu kitaplara adayan insanlar var elbette. Yani sahaflar. Biz de sizin için ömrünü kitaplara adayan Cevdet Doğan’a sahaflık mesleğiyle ilgili merak ettiklerimizi sorduk.



Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
Elbette. Ben 66 doğumluyum.  Azeri kökenliyim.  Karslıyım ama daha önce hiç gidip görme imkanım olmadı ne yazık ki.  1976’ dan beridir de Tuzla’dayım. Aşağı yukarı 40-42 sene olmuştur. Biraz da buralı olduk diyebilirim çünkü  hayatım burada geçiyor. Sabah kalkar işime gelirim. Yaklaşık 14-15 saat bazen  16 saat dükkânımdayım.  Akşamda kaparım dükkanı evime giderim. Bundan ibaret hayatım.

Sahaflık hikayeniz nasıl başladı?
Başta sadece kitap okuyucusuydum. Aşağı yukarı 5 bin’e yakın kitabım vardı ve hemen hemen hepsini de okudum diyebilirim. Sürekli kitap okur ve kitap almak içinde Kadıköy’de ki sahaflara giderdim.  Ben 40-42 senedir tuzlada oturuyorum fakat bırakın sahafı, kitap alacak tek bir yer bulamıyorum ki şuan da hala doğru düzgün kitap evi olmayan ilçedeyiz ne yazık ki. Sonra dedim ki kendi kendime ‘neden bende dahil olmak üzere kitap okuyan herkes kitap almak için bu kadar uzağa gidiyor ki?’  Bunun üzerine bu dükkanı buldum ve topladım evdeki kitaplarımı aldım geldim. İlk başta biraz endişelendim  tabi yapabilir miyim diye çünkü hiç bilmediğim bir işti ama şuan buradayım ve hala devam ediyorum.  Sahaflık hikayem böylelikle başlamış oldu.

Hayalinizdeki meslek miydi sahaflık ?
İşsiz kaldığım bir dönemde karar verdim. Hayalimdeki meslek değildi aslında ama hayal etmedim de değil. Dediğim gibi kitap okumayı çok severim. Hayatımın bir parçasıdır kitap.

Sahaflığa başladığınız ilk zamanlarda karşılaştığınız zorluklar oldu mu?
Elbette oldu. Maddi olarak ilk başlarda çok zorlandım çünkü üç sene önceye kadar satacak kitap bulamıyordum ama şuan öyle değil. Dükkandaki kitaplarım kadar bide depomda var, varda şöylede bir sıkıntı var satamıyorum. Ben burayı ilk açtığım zamandan bu zamana kadar tuzla nüfusu 4’e katlanmış durumda ama kemik müşterilerim dışında gelen müşteri sayım da ne yazık ki çok değil. Çünkü insanlar 10-15 liraya bir kitap aldığı zaman ikincisini alırken kırk kere düşünüyor.




Her mesleğin zor ve kolay yanları vardır Cevdet bey. Sahaflık mesleğinin zorlukları ve kolaylıkları nelerdir sizce?
Göründüğü kadar kolay bir iş değil inanın çünkü burası okyanusta bir damla. Öyle farklı kitaplar arayıp soranlar oluyor ki bazen ben bile ilk kez duymuş oluyorum ismini. Sahaf olabiliriz, çok fazla kitap okuyabiliriz ama bu demek değildir ki her kitabı, her yazarı, her şairi bileceğiz.  Tabi bugün internet denen bir şey var. Oradan buluyorsunuz kitabın ismini cismini ama kendisini bulmak pek mümkün olmuyor ne yazık ki. İnsanlar bizden her şeyi bilmemizi bekliyor. İstedikleri cevapları alamayınca memnuniyetsiz bir tavra bürünüyorlar. Sonra bu kitabın içeriği nedir, bu kitabın içeriği nedir diye sorup duruyorlar. Hâlbuki kitabın arka kapağına baksalar okumayı deneseler içerik ne öğrenecekler ama okumaya üşenip bana soranlar oluyor. Tabi her şeyden önce de işimizin en sıkıntılı yani ne biliyor musunuz? Müşterilerimizin gelip bize, bana kitap tavsiye eder misiniz diye sorması. Ben karşımda ilk defa gördüğüm kişinin ne tür kitap okuduğunu nasıl bileyim ki ona kitap önereyim yada ne tür kitaplardan hoşlanır nereden bilebilirim ki? Bana hoş gelen belki de ona hoş gelmez.  Hadi devamlı bir müşterim sorsa anlarım, tavsiyelerde bulunurum çünkü bilirim alıp ettiklerini ama ilk kez tanıdığım birine ne tavsiye edebilirim ki? Bu durum günde en az üç kere geliyor başıma inanın. Bunun yanı sıra bazen dükkanımı telefon kulübesi olarak kullananlarda oluyor. Biri geliyor elinde telefon dükkan sessiz diye giriyor içeri dükkanı gezerek telefon görüşmesi yapıyor. Görüşmesi  biter bitmez iyi günler, hayırlı işler vs. bile demeden vurup geçiyor. Tamam arkadaşım da sen görüşme yapacaksan beni neden rahatsız ediyorsun ki? Onun dışında işimizin öyle çok zor bir yanı yok yani. Sessiz sakin bir ortamdayız hep. En azından vücut olarak yorulmuyoruz ama beyin olarak gerçekten yoruluyoruz çünkü kitap evleri gibi değiliz. Kitap evinde bir kitaptan 10-15 çeşit olduğu için bizim kadar çok kitap çeşidi olamayabiliyor. Ben birde takas usulü de çalıştığım için çok eski, nadir kitaplarda elime geçebiliyor. Kitaplarımın hemen hemen hepsi orijinal fiyatları da herkes alabilsin diye uygun.

Peki kitaplarınızı genelde nasıl temin ediyorsunuz?
Bana genelde kitaplarını satmak için gelenlerin getirdiği kitaplar oluyor, taşınan insanların bağışlamak istediği kitaplar oluyor ve en önemlisi dediğim gibi takas. Takas usulü çalıştığım içinde elimde sürekli kitap değişimi oluyor. Kimi insanlar var üç kitap getirip bir kitap götürüyor. Kimi hayır severlerin bağışladığı kitaplar oluyor. Burada yazlıkları olan insanlar, Tuzla’da başka sahaf olmadığı için bana destek amaçlı kitap bağışında bulunuyor. Bir şekilde bir kitap alışverişi içerisindeyim yani. Hiç unutmuyorum bir gün bir evden 1000’e yakın bir kitap bağışı olmuştu dükkanıma. Tabi bağış yapanın durumu çok iyiydi. Aşağı yukarı dükkana her gün kitap gelir ama üç tane ama üç yüz tane belli olmaz.

Biliyorsunuz ki artık internet sayesinde istediğimiz her şeye kolayca ulaşabiliyoruz ve tabi ki bunlara kitaplarda dahil. Online kitap satışlarının sahaflar ve kitap evleri üzerindeki etkileri nedir sizce?
Olumlu da diyemem, olumsuz da diyemem aslında. Evet online satışlar sayesinde insanlar sahaf ve kitap evlerini gezmeden rahatlıkla istediği kitaplara ulaşabiliyor fakat kitabı rafında seven okurlar için geçerli değil bu.  Bazı okurlar sahafları, kitap evlerini vb. yerleri gezmekten zevk alır. Kitaba dokunmak kokusunu almak ister. Bu okurlar da çoğunlukta olması bizi çok sevindiriyor. Bu demek değil ki bu okurlar online alışveriş yapmıyorlar ama dediğim gibi vakitlerinin çoğu sahaflarda geçiyor bence. Hem sahaflarda bulunan kitap çeşidi internette bulunamaya da biliniyor. İlk basım çok kitap geçmiştir elimin altından. Bunun yanı sıra 2.el kitap almaktan hoşlanan insanlar da çok fazla. Her kitap sahibinin hayatından izler taşıyor az da olsa. Kimi insanlar notlar da yazıyor. Bunları okumaktan hoşlanan insanlar da var. Bu şekilde yani.




Hangi tür kitapları okumayı tercih ediyorsunuz?
Ben her türlü kitabı okurum ama favorim her zaman çizgi romandır. Kulağa komik gelebilir belki ama çizgi roman okumaktan bugün bile hala çok zevk alıyorum. Ben daha beş yaşındaydım. Evdeki çizgi romanları inceler dururdum hep.  Annemin okuma yazması yoktu. Babamda işe gidip gelirdi hep. Yani bana okuma yazma öğretecek kimse yoktu. Babam tuttu beni kolumdan okula götürdü ve beni misafir öğrenci olarak kabul ettiler. Benim dönemimde yedi yaşından önce okula başlayamıyordunuz tabi. Öyle böyle derken bir iki ay içerisinde gide gele okumayı yazmayı söktüm ben. Ondan sonra bıraktım gitmeyi ve hep evde çizgi roman okudum. Böylelikle de geliştirdim okumayı. Sonra okul çağım geldi ve okula başladım. Erken okuma yazma sökmenin de şöyle bir dezavantajı oldu bana, okula başladığımda diğer öğrencilere ayak uyduramadım çünkü hep bir tık öndeydim. Bide bizim dönemimizde yasaktı çizgi roman okumak. Öğretmenler çok kızardı. Ders kitapları arasında gizli gizli okurduk hep. 20 yaşına geldiğimde de aşağı yukarı okumadığım klasik kalmadı. Kişisel gelişim okumayı pek sevmem mesela. Sonra siyasi kitaplar çok okurdum artık okumuyorum. Onun dışında okurum her türlü.

Müşteri yaş aralığınız nedir?
Her yaştan var. 7 yaşında da müşterim var benim 70 yaşında da müşterim var. Yaş kategorisi yok ama harp okulu, piyade okulu, üniversiteler ve liseler çok olduğu için Tuzla’da genç müşterim elbette ki daha ağırlıklı. Bu genç müşterilerimin yarısı da tabi okulun ödev olarak verdiği kitapları alıyor ne yazık ki.

Türkiye’de ki kitap okuma alışkanlığı ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Üzülerek söylüyorum ki Türkiye kitap okumuyor. Kitap okuyan sayısı binde bir. Okuyan da fazla okuyor bazen. Belki de bu binde biri de o çoğaltıyor. Mesela ben bazı müşterilerime kitap yetiştiremiyorum. Bazı müşterilerim ise kitabı dekoratif amaçlı kullanmak için kitap alıyor ne yazık ki. Bu kitabın kapağı güzelmiş, rengi güzelmiş, evin burasında çok hoş durur vs. diyerek alıyor kitap ki bu çok acı bir durum bence. Herkes ayda bir kitap okusa bir ömür boyunca kaç kitap okumuş olur ki?  Teşvik yok. Okuma alışkanlığı kazanmaya iten bir sistem yok. Tamam benim işim bu ama inanın ben bunu kazancım açısından söylemiyorum. Bu şeklide nasıl gelişebiliriz ki? Okumazsak, merak etmezsek, öğrenmezsek nasıl gelişebiliriz? Kitap okuma alışkanlığı kazanan bir insan önce kendini sonra ülkesini kurtarır. Kendini cehaletten, ülkesini güdülmekten kurtarır. Burada aileye çok iş düşüyor tabi. Ailede başlar bu denli köklü alışkanlıklar. Boşuna dememişler ağaç yaşken eğilir diye. Kitap okumaktan kimseye zarar gelmez ama cehaletten herkese zarar gelir.

17 Kasım 2018 Cumartesi

RENKLERİN BÜYÜSÜ

 (thisischedly)
Hindistan’ın en ünlü festivallerinden biri olan Holi Festivali’nin popülaritesi zamanla artış gösteriyor.
Havanın ısınması, çiçeklerin açması ve bitki örtüsünün yenilenmesi bahar mevsiminin geldiğinin habercisidir. Hemen hemen her ülkede de buna bağlı olarak çeşitli festivaller düzenlenir ve baharın gelişi kutlanır. Hindistan’da bu ülkelerden biri. Her yıl 20 – 21 Mart arası ‘Bahar şenliği’ yada en bilindik adıyla ‘Holi Festivali’ kutlanarak bahar karşılanır.

Holi festivali dünyanın en eski festivallerinden biridir ve bugün bile popülaritesinden hiçbir şey kaybetmeden sadece Asya, Asya dışındaki ülkeler tarafından da kutlanıyor. Festivalin en temel özelliği ‘gulal’ adı verilen tamamen doğal yollarla üretilmi renkli tozların inşalar tarafından birbirine atılması ve aynı zamanda kutlama sırasında renkli sularla su savaşı yapılmasıdır.

 (wordpress)
Festival başlamadan önce insanlar yakılacak ateş için odun toplar. Eytana lanet eder ve kukla yakarlar. İnsanlar festival zamanı yanan ateşten küller alıp evlerine götürürler çünkü bunun evlerini ve bedenlerini koruyacağına inanırlar. Hint mitolojisine göre festivalin ateş yakma ritüelinin dayandığı efsane şu şekildedir;

Kötülüklerin kralı Hiranyakaşipu, Hindu tanrısı Brahma tarafından ölümsüzlükle ödüllendirilir.
Zamanla küstah ve kibirli biri olmaya başlayan Hiranyakaşipu, herkesin sadece ona itaat etmesini ister. 
Bunun üzerine oğlu Prablah, babasına karşı çıkar ve ona itaat etmeyi reddeder.
Hiranyakaşipu birçok defa oğlu Prablah’ı öldürmeye çalışır ama her seferinde diğer tanrı Vishnu, Prablah’ı kurtarır.
En sonunda Hiranyakaşipu, onu kız kardeşinin kucağında uyurken yakmayı planlar.
Ancak kız kardeşi Holika’nın üzerindeki şal ateşte yanmamaktadır. 
Holika, kendi hayatını tehlikeye atıp kardeşi Prablah’ı kurtarmak için şalını üzerinden çıkarıp ona verir. Prablah kurtulur fakat Holika orada ölür.
Hindu tanrısı Vishnu bunun üzerine Hiranyakaşipu’yu öldürerek yerine oğlunu getirir.



  (festtravel)
Festival sırasında kullanılan her renk bir anlam içerir.
Kırmızı: Masumiyet
Yeşil: Canlılık ve enerji
Mavi: Sakinlik
Sarı: Dindarlık


Holi Festivali tanıtım videosu:







8 Kasım 2018 Perşembe

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BİR KÜLTÜR: BİRA


Mezopotamya halkı tarafından arpa ekmeği yapılırken tesadüfen keşfedilen bira bugün bir kültürü oluşturmaktadır.

Bira, her ülkede farklı bir kültüre sahip bir alkoldür ve kutlamaların, eğlencelerin ve özel anların ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. İnsanoğlunun yerleşik hayata geçmesiyle birlikte başlayan alkol üretiminin tarihi 8 bin yıl öncesine dayanmaktadır. Bira üretilen ilk içkidir ve Mezopotamya’da doğuşunun en önemli sebebi de arpanın tarım üretimindeki büyük payıdır.
Biranın doğduğu yıllarda arpanın önemi büyüktür. Paranın var olmadığı tarihlerde ticarette para yerine kullanılır, parayla eş değer olması da onu, o dönemlerde altın değerinde bir hale getirir. İlk başlarda içkiden ziyade gıda maddesi olarak kullanılır. İnsanoğlu arpayı, yenilebilir bir hale getirmek için çok uğraşır; önce öğütüp ufalar sonra da bulamaç haline getirir. Güneşin altında fazla kalan bu bulamaç, havadaki mikroskobik mantar sporları ile birlikte mayalanır. Bulamacın suyu az olunca hamur, fazla olunca da bira oluşur.
Mısırlılarda arpadan yapılan bira, kutsal bir içecek sayılır, tanrı ve tanrıçalara sunulurdu. Aynı zamanda para yerine de geçerdi. Babillilerde de buğday, siyah ve beyaz arpa ile bal kullanarak 20 çeşit bira yapılmıştır. Hammurabi kanunlarında ve Gılgamış destanında da bira ile ilgili maddeler yer almaktadır. Sümerlilerde ise bira, ekmek kadar önemli bir besin sayılırdı. Aşçılar ve bira yapanlar askerlikten muaf tutulurdu.
Avrupa’da birayı ilk üretenler M.Ö 1.yy’da İngilizler’in atası Keltlerdir. O dönemlerde İngilizler ’de bira içmek kutsal sayılırdı. Orta Avrupa’da 19.yy’da bira sadece manastırlarda üretilir aynı zamanda da ticareti yapılırdı. Bugün hala Belçika, Hollanda ve Almanya’da bira üreten manastırlar bulunmaktadır. 19.yy’da James Watt’ın buhar makinesini icat etmesi ve Carl Von Linde’nin yapay serinliği bulması da bira tarihinde bir çığır açmıştır. Bu sayede bira dünyanın en çok üretilen içecekleri arasında yer alır.
Zamanla bira, su ve çaydan sonra en çok tüketilen içeceklerin başında gelir ve bu kadar uzun geçmişe rağmen popülaritesinden  hiçbir şey kaybetmeden bugüne kadar gelir. Aziz Wilhelm’in bira için verdiği olumlu fetvalar  ve 1900’lü yıllarda biracılık için basılan kartlardaki ‘Düşün, Mayala, Tanrı Yardım Eder’ yazısı biranın Avrupa toplum yaşamındaki değerini gözler önüne serer.


                                                                                                                            (Ntv) 
                                                    
                         (sözcü gzt.)                             
(Bira fabrikası açmak için sunulan arz tezkeresi 1894)

Osmanlı’nın Birayla Tanışması

Osmanlı’da bira ‘Arpa suyu’ olarak bilinirdi ve Bira, Viyana ve Münih, Belgrat’tan ithal edilirdi. Batılılaşma hedefi ‘Tanzimat Fermanı’ ile Osmanlıya girmiştir. Hans Bart ‘ Doğuda Bira Üzerine İncelemeler’ adlı kitabıyla Württemberg Prokkop isimli bir kişinin katır sırtında bira sattığı yazılıdır. İzmir’de ilk birahaneyi de açan o olur ve sonra bira İzmir’den İstanbul’a gelir. Osmanlı İmparatorluğu’nda biraya ait ilk mevzuat 1847’de konulur. Mevzuatın genellikle uygulamayı izlediği gerçeğine dayanarak arpa suyu veya biranın 1847 öncesi bilindiği, tüketildiği ve üretildiği söylenebilmektedir. Onu takip eden yıllarda ise birahaneler açılmaya başlar. Osmanlı’da bira üretimi 1896 yılında 12 bine(12 milyon litre) ulaşır. Bu oran zamanla hızlı bir şekilde artar ve 1919-1914 yılları arası 99 milyon litreye ulaşır. Türkiye Cumhuriyetinde bu rakama ancak 1940’lı yıllarda ulaşılmıştır.

Günümüzde biraya olan ilgi, dünya ekonomisinde önemli bir endüstriyi meydana getirmiş ve çok büyük markaların kurulmasına olanak sağlamıştır. Bunlardan bazıları, ABD’nin Miller’ı, Hollanda’nın Heineken’i, Danimarka’nın Tuborg’u, İrlanda’nın Guiness’i, Almanya’nın Beck’si ve Türkiye’nin Efes Pilsen’idir. 



2 Kasım 2018 Cuma

YİRMİBİRİNCİ YÜZ YILDA İNSANLAR NE KADAR MAHREM



İletişim teknolojinin gelişmesiyle birlikte mahremiyet algında büyük bir değişim yaşandı. Sosyal medyayla insanların özel alanları bir gösteriye dönüştü.
          
Her toplumun örf ve adetlerine göre şekillendirdiği bir takım  soyut/somut bir takım kurallar vardır. Bu kurallar, ait olduğu toplumda nesiller boyunca aktarılarak devamlılığını sürdürür. Toplumu oluşturan bireylerinde kendi özel hayatlarında benimsediği bir takım kurallar vardır. Bu kurallar da kişide mahremiyet algısını yaratır. Toplum bu kurallar çerçevesinde hayatını belirli bir düzen içerisinde sürdürür. Mahremiyet algısı da bu kurallardan biridir. Başka insanların  görmesini, bilmesini, duymasını ve anlamasını istemediğimiz, bize ait olan fiziksel, düşünsel, sosyal, duygusal ve değersel  her şey mahremiyet kapsamında yer almaktadır. Mahremiyet algısı kişiden kişiye ve toplumdan topluma değişir. Tüm İnsan hakları içerisinde mahremiyet kavranması ve tanımlanması en zor alandır. Amerikalı Kamu Hukuğu Profesörü Alan Furman Westin’e göre, “mahremiyet bireylerin, grupların veya kurumların kendilerine dair bilgilerin ne zaman, nasıl ve ne ölçüde diğerlerine aktarılabileceğini kendilerinin belirleme hakkıdır”. Mahremiyet otonomi hakkıdır.Mahremiyet kavramı üç özelliğe sahiptir. Bunlar mekansal mahremiyet, kişi mahremiyeti ve bilgi mahremiyetidir. Birincisi, kişiyi çevreleyen yakın fiziksel alanı korumayı, ikincisi kişiyi haksız müdahalelere karşı korumayı, üçüncüsü kişisel verilerin toplanma, saklanma, işlenme ve dağıtımının nasıl yapılacağını veya yapılmayacağını kontrol etmeyi savunmaktadır. Yeditepe Üniversitesi Sosyoloji bölümünden Yrd. Doç. Dr. Banu Reisman Koçer’ de mahremiyetin algısının neden değiştiği, nasıl değiştiği ve bu değişimde nelerin etkili olduğun ile  ilgili bize görüşlerini anlattı.




Mahremiyet nedir?

Özel hayatı ilgilendiren her şey diye geniş bir tanım yapılabilir.  Mahremiyet kişiden kişiye değişen bir düşüncedir. Özel hayat algısında bazı insanların sınırları daha dar bazılarının ise geniş olabilir.


Mahremiyetin toplumumuzdaki yeri ve önemi nedir?

Toplumsal açıdan düşününce akla ilk gelen öncelikle aile hayatının mahremiyetidir. Çünkü mahremiyet düşüncesi burada gelişmeye başlar. Toplum açısından olmazsa olmazdır. Birey içinde geçerlidir bu elbette. Her bireyin kendi sınırlar yani mahremiyeti olmalıdır. Toplum mahremiyet anlayışımıza da şekil veren önemli bir etkendir. Mesela muhafazakar bir toplumda yaşadığımız için kamusal bir alanda kıyafetlerimiz alışagelmişin dışında olduğu zaman dikkat çekmektedir. Bu yüzden  çoğu insan giyim tarzını buna göre belirlemektedir. Dukheim’ in bu konuyla ilgili bir sözü vardır. Bir toplumsal kuralın önemini anlayabilmek için, o kuralın ne olduğundan yola çıkmak yerine kuralın ihlali halindeki tepkilerden ölçebilirsiniz toplumun ne kadar değer verdiğini kurallara. Mahremiyette bununla ilgili bir şey.


Toplumumuzda benimsenen mahremiyet anlayışı zaman içerisinde değişime uğradı mı?

Evet değişime uğradı. Aslında siyasi boyut önemli bir etken bu değişimde. Bizim bireysel olarak sadece mahremiyet değil herhangi bir konuda toplumu da ilgilendiren konulardaki algılarımız siyasetin belirlediği kurallarla da değişime uğruyor. Dolayısıyla siyasi iktidarın ideolojisi doğrultusunda getirdiği kararlarda toplumu anlayışını etkilemektedir.


 Bu değişimin temel nedenleri nedir ?

Başka kültürlerle iletişim ve  etkileşim, sosyal alanlarımızın genişlemesi algımızın değişmesinde en temel etkendir.


Mahremiyetin değişimi bireylerin özel hayatını ve psikolojilerini ne yönde etkiliyor?

Durduğumuz yere göre değişir. Mesela Bir toplumda mahremiyetin yeteri kadar önemsenmediğini düşünen bir birseniz o yönde siyasi bir iktidarın gelip mahremiyet alanını daralttığı veya arttırdığı siyasi bir konjontür  içerisine giriyorsanız bulunduğunuz duruma göre değerlendirirsiniz. Ya sizi rahatsız eder 
yada olması gereken buydu zaten geç bile kalındı  düşünebilirsiniz. Yani bireyin kendi duruşuna göre cevapta farklılaşır. Kısıtlanmış hissedenlerde olur kendini mutlu hissedenlerde olur.




Sosyal medyanın bireyin mahremiyeti üzerinde etkisi var mıdır?

Elbette var ama çokta radikal bir bir değişim yaratmaz çünkü insanlar kendi sınırlılıkları içerisinde paylaşacaklarını paylaşır yine. Buda bireyden bireye değişir. Çünkü sosyal medya kullanıcıları da seçici davranıyorlar. Hangi sosyal medya kanalı kendileri için uygun yada kendilerini rahat hissediyorlarsa onu tercih ediyorlar. Ama o dünya içerisinde de daha geniş konjontürden etkilenip de bir açılma yada daralma söz konusu olabilir.


Popüler kültürün bu konudaki rolü nedir ?

Popüler kültürü şekillendiren yine siyasettir. Popüler olan yarında popüler olmayabilir çünkü hakim ideoloji tarafından şekillendirilip ittirilip ekilebilen bir alan. Popüler kültür dediğimiz şey sabit değil çünkü. Ama açıklık olduğu ölçüde, özellikle ergenlik dönemindeki bireyler üzerinde etkisi daha yüksektir. O dönemdeki bireylerin ilk kez kendi aileleri dışındaki kamusal alana açılma dönemleri, kendi ailesinden aldıklarının dışına çıkmasından dolayı daha etkilidir.

YENİ YÜZYILIN TÜRKİYE TELEVİZYONU


Çağımızı saran küreselleşme olgusunun uluslararası taşıyıcılığı işlevini yüklenen kitle iletişimi teknolojinin gelişimi ile değişime uğradı.


Teknoloji geçmişten günümüze hızla ilerlemeler kaydetti ve hayatımızın hemen hemen her alanına yayıldı. Bu durum hayat koşullarının, yaşam tarzlarının ve alışkanlıklarının değişmesinde de önemli rol oynadı. İzleyici kitlesinin alışkanlıkları ve talepleri de buna bağlı olarak değişimlere uğradı. Bugün teknoloji ile tanıştığımız ilk  zamana baktığımızda her şeyin daha hızlı yol aldığını ve bizim bir çok alışkanlığımızın da buna göre şekillendiğini görüyoruz. Teknoloji, toplumun bakış açısını da toplumun yapısını da teknoloji çağına göre şekillendirmeye başladı. Gerçekleşen bu yeniliklerle Türkiye televizyonu da büyük bir değişime uğradı. Yayıncılık, izleyici kitlesi ve yayıncılık yapısı…  Peki , nedir bu değişimler? Çiğdem Tunç’ a sorduk.

  


Bize kendinizi 3 kelime ile tanımlar mısınız?
Cesur, merhametli, yaratıcı

Nasıl bir ailede büyüdünüz? Kendinize rol model aldığınız biri var mıydı?
Tabi. Annem güzel sanatlar fakültesi resim bölümünü bitirmiş sanatsal vasıfları önde bir hanım efendiydi. Evlendikten sonra  ise ev kadınlığını ve anneliğini tercih etmiş. Yedi kuşak İstanbullu hatta Köprülüzadelerden anne tarafım. Bende tabi onlardanım. Babam ise genç bir banka memuruydu. Sonrasında müdür oldu. Tek çocukları olan ablam doğduğunda bir haftalıkken vefat etmiş. Serpil gülmüş adı. Annem beni ü yaşında iken Türkiye’nin en önemli bale hocası Yıldız Alpar’a götürmüş. Bundan yıllar yıllar önce bale çok erişilebilir noktada değil iken. Her ne kadar babamı erken kaybetsem de ok güzel bir çocukluk geçirdim ve sevgiyi doya doya yaşadım. Annemin hep sanat yolumdaki adımlarımı desteklediği ve teşviklediği bir ortamda yetiştim. Anneannemde çalışmalarımdan çok heyecan duyardı ve desteklerdi. Bunun içinde bana ok huzur dolu bir yuva verdiler.

Televizyon yaşamınız nasıl başladı?
Yıl 1984 o zamana kadar önce liseyi Üsküdar American’ da bitirdim. Sonra Marmara Üniversitesi İletişim fakültesine girdim. Aynı sene de devlet opera balesine yevmiye olarak kabul edildim. Orada bir sezon kaldıktan sonra Şan Tiyatrosu müzikalleri altın çağı başladı. Çok büyük üstalar il o müzikallerde baleden geldiğim için dansçı olarak çalıştım. Öyle bir noktaya geldi ki ilerleyişim en son Müjdat Gezen, Perran Kutman, Savaş Dinçer gibi büyük sanatçıların yanında artık başrollerde oynayabilecek seviyeye geldiğimde 1984 yılında Mehmet Ali Erbil ile birlikte çalışmam için  TRT’de Ankara televizyonu tarafından sunuculuk teklifi geldi. 1984 yılında başladığım sunuculuk ve televizyonculuk hayatımı 2010 senesine kadar aralıksız sürdürdüm.  O teklif geldiğinde yaklaşık sekiz sene kadar yani 1992 yılına kadar TRT televizyonlarında İstanbul, Ankara müzik eğlencede hem sunucu hem yapım yardımcısı olarak hemen hemen her kademesinde görev aldım. Özel televizyonlar dönemi açıldı bende kanal 6 ile başladım özel televizyon macerama. Sadece sunuculukla kalmadım yapımda da görev aldım. Genel müdür yardımcılığına kadar Medica Channel’ da geldim. Bu kariyeri aralıksız sürdürdüm. Aslında sanatçı olduğum kadar yayıncıyım da.



Sizin için TRT ne anlama geliyor?
Ekol ve okul. Fransızcası ekol yani okul anlamına geliyor. Çünkü orada çok önemli kriterler  vardı.Bugün ki gibi değil. Türkçe’ yi kusursuz, doğru vurgularla , eksiksiz ve zengin konuşma zorunluluğumuz vardı. Bir laf söylerken bir ka defa düşünürdük. Türkçe’ ye ne kadar yakışıyor, Türkçe’nin hangi kurallı içerisinde bu cümleler cümleler kuruluyor bunları düşünürdük her zaman. Zaten benden önceki kuşakla benim kuşağıma baktığınız zaman Türkçe'mizle fark ediliriz. Bu TRT  bir terbiyesidir. Mesela bugünlerde ekranda görebileceğimiz Serap Paköz var. Hep TRT terbiyesinden gelmiş sunucu veya spikeri anlarsınız. Daha kural ve kaide ile konuşurlar. Vurguları ona göredir. Ne kadar neşeli ne kadar ılgın programlar üretirsek üretelim hep o terbiyeden dışarı taşmayız.

TRT döneminin ustalarını erkanda neden daha az veya hiç göremiyoruz?
Bana gelene kadar bizim büyük ustalar Halit Kıvanç Sağ, Erkan Yolaç Sağ, Cemile Kutgün Sağ bunlar bizim hep ustalarımızdı. Bazı yöneticiler, hepsine mal etmiyorum ve bazı çevreler ok iyi bilen insanlarla alışmak istemez çünkü kendisinin eksikleri, zaafları ve ne kadar az bildikleri ortaya çıkıverir. Bu yüzden kendi bilgi birikimleri yada birikimsizliklerine eş değerde daha kolay söz geçirebilecek insanları seçerler.  Ama bunlar doğru insanlar mıdır burası tartışılır. En temel kompleks budur.

Eksi ve yeni sunucu – programcı ve programlar arasında bir far var mıdır ? Bu farklar nelerdir?
Evet var. Yeniye asla karşı değilim. Televizyonculuk, yayıncılık yaşadığımız çağ ile doğru orantılı bir ivmede ve ritimde olması şart. Yoksa tercih edilmez, seyredilmezsiniz. İvme kazanmak zorundasınızdır. Bu ivmeyi sağlayan yapımları bu ivmeyi sağlayan sunucu ve spikerleri görmüyor değiliz ama bu metronomsa çağın hızı televizyonculukta buna uymak zorundadır. Ama buna uyacağım diye sanki sosyal medyada mesajlaşır gibi konuşan, özgürlük çağındayız diye ağzından çıkanı duymayan insanları o noktaya getirip koyarsanız ekran skandalları ile karşı karşıya kalırsınız. Ne yazık ki çokta cezalandırıldıklarını düşünmüyorum. Cezadan kastım yaptırım değil. Fakat seyirci yine izlemeye devam ediyor. İnsanlar bu tarz programları bünyelerinde çalıştırmakta beyiz görmüyorlar. Maalesef alan memnun satan memnun gibi bir durum çıkıyor ortaya. Yenilerde kendisinden önce bu işi yapmış olan insanlardan bir şey öğrenmeme isteği var. aradaki bu köprüler atılabilse çok istifade edilir. Biz öyle yetişmedik. Biz Halit Kıvanç, Orhan Boran konuşurken neler öğrenebiliriz onlardan çok dikkat ederdik. Bunların zamanı geçmiş diye kendi bildiğimizi okumazdık. Biraz öyle bir fark var.

Peki özel televizyonlar mesleki açıdan size neler yükledi?
Çok şey kattı. Şirketler kanalıyla yayın yapmakla kurum kanalıyla yayın yapmak arasında farklar var. daha çabuk seyredilmek, daha çabuk söz edilmek ve  daha çabuk dikkat çekmek ve bunu da reklama ve dolayısıyla maddi imkana dönüştürme arzusu ediyorlar. Onun bir hızı var. Özel televizyonculukta çok uzun zaman çalıştım. Daha kreatif işler yaptım. Oyunculuğumu ve sanatçı vasıflarımı işin içerisine sokup  görsel şovlar yapabilme, sergileyebilme imkanı buldum. Belirli bir özgürlük alanı sağlamıyor değil. Çok memnun kaldım. Farklı bir bakış açısı kazanmamı sağladı.

Türk televizyonculuğu özel kanallarla değişime uğradı mı?
Uğradı. Kurumsallık ve şirketleşme. Özel sektörde satılmak istenen işler yani bazı fabrikalarımız , iş alanlarımız var. özel sektörde daha çok şirketleşme mantığı var. Daha çok , daha seri piyasaya sürüp ve daha seri maddi girdi hedeflenir. Bunun da tabi daha getirdiği değişiklikler olabilir. İyi de olabilir kötü de olabilir. Ben iyi yanlarından istifade ettim. Kreatif yönlerimi geliştirmek için imkan buldum. Birde fark yaratma isteği olması lazım. Fark yaratanlar hemen fark edilir. Fark yaratan da daima öncülük ve liderlik vasfını üstlenir.

Televizyonda çok eleştirilen programlar yapılıyor. Programlarında sunucularında seviyesi çok tartışılıyor. Ekranın bu duruma gelmesinin sebepleri nelerdir?
Özel televizyonculuk Türkiye’ de yer alıp, TRT normlarının dışında bir anlamda belki daha özgür üretilmeli. Hangi mecrasını seçeceksiniz ayni kurumsal tek bir devlet tekelinde televizyon değilim ben aynı kalite ile yürüyeyim işim biraz daha zor ve çetrefilli olsun diye mi yapacaksınız yoksa biran önce ne olursa olsun seyredileyim, reklam gelirlerine gireyim gözüyle mi bakacaksınız. Bazı televizyonların ve o televizyonların görevlendirdiği programcıların da hangi üslubu seçtiklerine bağlı. Bu biraz tabi  özelleşme ile ilgili bir şey. Bunun iyi yanları da var kötü yanları da var. Ama maalesef onlar hep olacaklar. Onlara bir şey yapmanın mümkünatı yok. O beğenmediğimiz, bu ne rezalet dediğimiz şeyler maalesef halk olarak da onları seyretmeyi seviyor ve onlara  çok ilgi duyuyoruz. Albert Einstain’ in fotoğrafı dolaştırılıyor sokakta. Herkes onu bir televizyon yüzüne benzetiyor. Kim olduğunu bilmiyor. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük bilim adamını Nejat Uygur zanneden var. Fakat  iki, üç dizi üst üste çevirmiş, ismini duyunca bizim ‘aa bu kim’ dediğimiz insanları herkes tanıyor. Biraz kendimize de çuvaldızı batırmamız lazım bence.

İzleyicilere de baktığımızda bu eleştirdikleri programları eleştiriyorlar. Reytingleri yukarıya taşıyorlar. İzleyiciler zamanla çok kaliteli yapımlardan bu tür yapımları izlemeye nasıl geçiş yaptı?
Tek bir cevap vereceğim. Sokağa çıkalım. Kadıköy meydanına inelim. İnsanlar banklarda oturuyorlardır. Bir tanesi de pantolonunu gömleğini çıkarıp iç çamaşırı ile oturuyordur. Sizce hangi hangisine daha çok bakarsınız? Onu koyuyorsanız ona bakılır. Onu koymamayı tercih etmek bir erdemdir aslında. Ama dediğim gibi biran önce paraya çevirmekse yayıncılığı bunu koyuyorsunuz. Ve koyarlar. Bu sadece Türkiye’ de değil tüm dünyada böyledir. Sabah izlediğim bir Amerikan yapımı bir belgeselde insanlar birbirlerine girmişlerdi. Bu bir rezalet gibi görünse  de bizim için en çok reytingi o program alıyor aslında. Ama en azında orada  çok seçenek var. inşaların karşısına sadece böyle programlar çıkarılmıyor. Tek seçenek sunulmuyor.  Anti tez olan programlarda var. Bizde ne yazık ki seçenek az.

Televizyon para isteyen bir iş. Program yapımcılığı, işin kullandığı malzemeler iyi bir finans istiyor. Dar bir bütçe ile daha kaliteli program yapan, sunan televizyonculardan bu büyük paraları yatıran yatırımcılara nasıl dönüşüldü ? Bu iki dönemi nasıl görüyorsunuz?
Aslında TRT tek tabanca iken, tek devlet kurumu iken TRT’ nin sınırsız imkanı vardı. Şuan bile en iyi kanalda bile TRT’ nin elindeki imkanlar yoktur. Arkasında devlet var çünkü. Buna geçmek Türk futbolunda hem iyi sonuç verdi hem kötü sonuç verdi. İyi sonuç verdi çünkü işin içine finans girdi kalitesi arttı. Türk televizyonculuğunda da oldu aslında. Mesela ‘ Vatanım Sensin’ isimli bir dizi yapılıyor. Bütün imkanlar sınırsız. İyi huylu giden bir iş ama. Yani bunca imkanın arasında seyirciye doğruyu en iyi oyuncularla, en iyi senaryo yazarları ile yapım ve yönetimde yer alan bireylerle yapmayı sağlıyor.